Toroslar Dağları düşünüyorum. Yaratılan tarafından oralara kondurulduklarından beri hep aynı yerdeler, değişmediler, gitmediler... Öylece ...
 |
Toroslar |
Dağları düşünüyorum. Yaratılan tarafından oralara kondurulduklarından beri hep aynı yerdeler, değişmediler, gitmediler... Öylece hep durdular. Belki yüzyıllar içinde birkaç santim oynasalarda yerlerinden her sırrı taşıdılar, korudular, sakladılar, beslediler, sahiplendiler...
Zamandan ve mekandan ayrık tutarak soruyorum:
Zor olmadı mı onlar için aynı kesitlere seyirci kalmak? Gidenlerin gezişleri, kalanların kuraklığı koymadı mı onlara? Yamaçlarında oturup duran o evlerin ışıkları sıkmadı mı canlarını yıllarca? Başka ışık başka renk istiyoruz demediler mi? Ya insanlar ya bizlere nasıl dayandılar?
Alın yazısı denen şey gerçekse eğer`, hani varsa gerçekten daha yaratılmadan evvel geçileceği kesinleşmiş o yollar, doğru ise el kol bağlanmışçasına beklemeyi icap ettiren bu kehanet, inanırım. Dağlar için inanırım. Çünkü gerçekten seyrettim bir süre. Hatta bu yaz Ağustos ayımı bu işe vermiş bile olabilirim.
Dağlar yerli yerinde. Gündüzleri bulutlarla sarılırken, geceleri karanlıkla konuşurken, dolunayla kesişirken ve yıldızlarla artık bilmem kaçıncı kez yüz göz olmuşken hiç istifini bozmamış öylece duruyorlardı. Hem yıldızları bizim gibi uzak şehirlerden değil baya dip dibe olmuş en yakından dolayısıyla en kalabalık yıldızları ve en büyüklerini her gece görürken öylece duruyorlardı. Tabi bir şanstır bu. Onların yerinde olmak isterdim. Ben üzgünken, deniz dalgalıyken, hava sıcakken, çok değil daha geçen yaz çocuklarını yitirmişken, çevredekiler kavgalıyken, geçmiş bütünüyle omuzlarımıza binmişken ve gelecek olabildiğince kaygılıyken... Dağlar hiç hiddetlenmeden, yıkılmadan, homurdanmadan öylece duruyorlardı.
Sadece bu değil dağların şahit olduğu belalar da vardır elbet. Peki buna sabır mı demeli? Ne demeli? Kaderden daha öte belki de bir görev onlara bu Yaratanın verdiği, belki de bir lütuf bizlere.
İşte ağustosun kavurucu sıcak geçen bu günlerinde gerçekleştirdiğim seyirlerimden sonra gözlerimin ardında kalanları küçükken yaşadıklarımla birleştirdim. Bir kız çocuğu gördüm sırtını dağlara yaslayan. Ne tesadüf ki o kız benmişim. Küçüklüğüm o dağlara sırtımı yaslayarak geçmiş. O dağların çevrelediği yerlerde yaşamış o dağların ötesini merak etmişim. O dağlar içimdeymiş, ruhumda bi’ köymüş, dilimde kıvranıp duran bir sözmüş, bilmem nedendir yoksa gömmeye mi terkettiğim bir evmiş...
Dağlar aidiyetmiş. Ben aitmişim bir kokuya. Duyamadığım fakat hissettiğim bir kokuya. Bu koku güneşin doğuşunda esip duran, virajlı yollarda akıp giden, rüzgarında koskocaman bir sarılmak barındıran yeşil bir koku. Fotoğraf kadrajlarına sığdıramayacağım, bir daha aynı yoldan geçsem kendini göstermeyecek nazlı ve kırılgan bir koku. Onu hissedebilmem için gelişlerimin istekli ve hasret dolu olması gerekli. Yalnız biliyorum ki kaç zaman sonra olursa olsun eğer istekli ve hasretli olursam yeterince o koku bana kendini belli eder.
Hangi kelimelere başvurarak nasıl anlatabilirim ki hasreti. Özlüyorum işte. Baştan aşağı, bütün bütün... Tüm aklımda ve başımla özlüyorum.
Dağlar biz insanlar gibi değil. Gideni bekler, geleni karşılar, yoldan geçeni misafir ederler. Bu asil duruş güven ve huzur uyandırıyor yitmeye yer yer ramak kalan yüreğimde. Hayranlıkla seyrettim. Emin ellerde olduğuma inandım. Yoluma devam ettim.
imza:alacamarti.
Yorum Yap